Merhaba, 

Ben Taner Aksel.

Belentepe Permakültür Çiftliği sahibi ve bu eğitim portalındaki içeriklerin sahibi.  2020 yılı ortasından  bugüne kadar 6000'in üzerinde kişi buradan eğitimler aldı. 

Burada permakültür, agroekoloji, bahçecilik, bitki bakımı, doğal yapı türleri ve tasarımı, sürdürülebilir insan yerleşimleri, kompost tuvaletler, yağmur suyu hasadı ve daha birçok sürdürülebilirlik konuları hakkında  sürekli güncellenen bilgi ve eğitimler bulacaksınız. 

Depremler sonrasında bir süreliğine eğitim portalımızdaki içerikleri ülkemizde herkese ücretsiz sunduk. Hala ücretsiz içerikler sunmakla birlikte; eğitim içeriklerini zenginleştirmek, yeni içerikler oluşturmak ve portal maliyetlerini karşılamak için ücretli ve daimi üyelik şeklinde eğitim portalımıza erişim alternatifleri sunuyoruz. Grup, kurum, firmalara toplu eğitimlerde ayrıca indirimler sunuyoruz.  

       - - - - - - - 

6 Şubat sabahı televizyonda deprem haberlerini duyunca çocukluğuma gittim ve çocukluğumda da aynı haberleri duyduğumu hatırladım. Devasa deprem, devasa yıkım, ama ülkemiz devletimiz güçlüdür, bu zorluğun da üstesinden geleceğiz, vesaire vesaire…

İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde Yapıların Deprem Dayanımı üzerine master yaptım. 1994 yılında ODTÜ, Tübitak ve Karayollarının ortak bir projesi: Türkiye karayolu köprülerinin deprem dayanım kontrolleri için Türkiye’ye geldim ama o dönemde hükümet değişti ve proje rafa kaldırıldı, işsiz kaldım. Türkiye’de iş aradım ama bana teklif edilen en iyi iş Rusya’da bir şantiyede inşaat mühendisliği görevi oldu. Oysa A.B.D.’de hazır işim de vardı. Türkiye’de kaldım, A.B.D.’de kullandığım yazılım çözümlerinin temsilciliklerini aldım ve Türkiye’deki mühendislere bu çözümleri kullanarak nasıl depreme dayanıklı tasarımlar yapacaklarını anlatmaya ve bu yazılımları satarak geçinmeye çalıştım ama zorlandım.

1999 Marmara depreminin ikinci gününde ailesi Yalova’da yaşayan yakın bir arkadaşımla birlikte Yalova’daydım. Yalova’ya geçerken feribotta tanıştığımız Avrupa’lı bir deprem kurtarma ekibine tercümanlık yaptık ve o günlerde Yalova, Sakarya, Düzce’de yıkılmış, hasar görmüş yapıları inceledim, çok büyük mühendislik ve uygulama hataları gördüm. Yıkılan birçok bina yakın zamanlarda yapılmıştı ve sözde deprem güvenliydi. Ülkemizdeki inşaat mühendislik ve uygulama zaafiyetlerini o zamanlar farketmiştim. 

A.B.D.’nin ünlü üniversitelerinden birinde deprem ve bina izolatörleri üzerine doktora yapmış yakın bir arkadaşımla ortaklık yapıp, bina deprem dayanım ve güçlendirmesi üzerine yeni bir ekip ve ofis kurduk. Ancak çalışmalarımızı bir yıl gibi bir süre sonrasında sonlandırmak zorunda kaldık. Bu süreçte kronik tansiyon sahibi de oldum. Binalarını incelediğimiz insanların “binanız çürük” dediğimizdeki tavırları, çatlak kolon ve kirişleri kapatmaları, binanın değeri düşecek diye korkuları ve ardından bizim yaptığımız işe soyunup bizim teklifimizin yarı fiyatına teklif verip elimizden iş alan yeni türemiş bir sürü firma... 

Bina deprem dayanım kontrolüne ciddiyetle yaklaşmak gerekir çünkü bir yanlış birçok insanın hayatına mal olabilir. Mesela, aslında büyük bir depremde hasar alıp, ama yıkılmayacak bir binayı betonarme perdelerle güçlendirdiğinde o binanın yıkılmasına pek ala sebep olabilirsiniz, nasıl mı? 

Newton’un 2. Kanunu der ki: Kuvvet = Kütle x İvme.

Bunun deprem mühendisliğinde karşılığı şöyledir: 

Binaya etkiyen deprem kuvveti = Bina kütlesi x deprem ivmesi

Bu durumda bina kütlesi ne kadar fazla ise, o binaya etkiyen deprem kuvveti de o kadar artar. Güçlendirme öncesinde bina kütlesi diyelim ki on bin ton. Güçlendirme ile bina içinde temelden başlayarak üst katlara kadar devam edecek ve tercihan binanın 4 dış kenarına yakın yerlerde yapılacak betonarme perdelerle bina kütlesi on iki bin tona yükseldi – yüzde yirmi arttı. O zaman deprem kuvveti de yüzde yirmi artar. Ama ayrıca yapı rijitleşir ve yapının temel titreşim periyodunun, depremin hareket periyoduna denk gelme ihtimali artar ve bina depremi daha da fazla hisseder. Eğer binanın beton kalitesi de düşükse, yeni ve daha kaliteli yapılmış betonarme perdelerle birlikte çalışması da pek mümkün olmaz ve bu yapı pek ala yıkılabilir. Geçmiş depremlerde güçlendirilmiş yapıların yıkıldığını uzmanlar bugünlerde televizyonlara çıkıp söylüyorlar zaten. 

Nihayetinde üzerinde uzmanlaştığım işi yapamaz hale gelmiştim iki binli yılların başında ve depresyona girdim bir süre. 

1998 yılında Bursa Uludağ’ın güney batı eteklerinde terk edilmiş bir buğday tarlası almıştık. Orada ailem için bir yaşam alanı oluşturmak ve kendi doğal gıdamızın bir kısmını üretmek üzere çalışmalar yapmaya başladım. Burada vakit geçirdiğimde kendimi iyi hissediyordum ama iş ve koşturmalar nedeniyle pek sık ta gidemiyordum. İşleri köylüye havale etmiştim. Buğday tarlasının bir kısmını üzüm bağına çevirdik, bir kısmına da 80 kadar meyve ağacı dikildi. 36 metrekare tabanlı ahşaptan ufak bir bağ evi de yaptım. Tamamen doğal üretim yapma niyetim vardı ve hiç zararlı kimyasallar kullanmadım; ama bu sebeple pek verim de alamadım, sürekli türlü sebeplerle mahsul kayıpları oldu. 

2007 yılı sonlarında A.B.D.’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin bizi niye etkilediğini anlamaya çalışırken okuduğum bir makalede farkettim ki, her ne kadar farklı olsa da, Dünya üzerindeki sistemlerin davranışları, hareketleri birbirlerine benziyor. Mesela binaların depremlerde yıkılma davranışı ile insanların iklim değişikliğine yol açan davranışları gibi. Şimdi burada bunu anlatarak kafanızı şişirmeyeceğim, ama merak edenleriniz olursa, 2011 yılında kendi paramla bastırdığım ‘Kritik Eşik’ kitabımı okuyabilirsiniz, burada anlatıyorum. Kitabın basılısını bulmanız zor, az sayıda basıldı ve zaten pek ilgi görmedi ve bir daha da basılmadı ama kitabın pdf’ini eğitim portalından şimdi herkesle paylaşıyorum.

Evet okuduğum o makale sonrasında, iki yıl boyunca okuyup araştırarak ‘Kritik Eşik’ kitabını yazdım ve farkettim ki, insanlık sürdürülemez bir yolda, iklim değişikliği başta olmak üzere türlü problemler çoğalıyor ve böyle devam ederse yakın gelecekte gittikçe zorlaşan günler yaşanacak ve hatta 2020 ile 2030 arasında bildiğimiz Dünya düzeni artık devam edemeyecek. Tıpkı şimdi televizyonlarda bugünlerde deprem bilimcilerin, uzmanların, “biz size hep söylemiştik” dedikleri gibi, daha 70’li, 80’li yıllardan ve hatta birkaç yüz yıl öncesinden beri bilim insanları insanlığı bu sürdürülemez yol nedeniyle uyarıyordu ama gören, görmek isteyen yoktu. Kitabı yazdığım zamanlarda arkadaş çevremin belki de yarısı iklim değişikliğine inanmıyordu – kaldı ki tıpkı fay hatları üzerinde olan bir ülkede deprem olup olmayacağı bir inanç meselesi olamayacağı gibi - çünkü bilimseldir. İklim değişikliği de bilimseldir ve nedeni de çok basittir. 

Sınırları, kısıtlı kaynakları olan bir ortamda bir canlı türü üstel artışla çoğalmaya ve yenilenemeyen kaynakları tüketmeye ilelebet devam edemez. Nihayetinde içinde yaşamakta olduğu çevrenin, doğanın dengesini, düzenini öylesine bozar ki, kendisi de etkilenmeye başlar ve hiç beklemediği bir anda ani değişimler yaşanmaya başlar ve o canlı türü kısa sürede yok olur. Dünya tarihi bu hikayelerle doludur. 

Kitabı tamamladıktan sonra bu dünya üzerinde kısacık ömrümde kendim için huzur ve keyif alabileceğim bir hayatı nasıl kurabileceğimi düşündüm ve doğada yaşamak istediğime karar verdim. Ancak kötü bir hikayem vardı bu alanda, Uludağ eteklerindeki arazimdeki tecrübem pek başarılı değildi. Onca emek, zaman ve para karşılığında tam bir hüsran. Çünkü ne yaptığımı bilmeden bu işe atılmıştım ve bir sürü hatalar yapmıştım. Öğrenmem gerekiyordu. 2010 yılında iklim değişikliği nedeniyle arazimin olduğu bölgede aşırı kuraklar yaşandı ve yine mahsullerin çoğunu kaybettim. Evet, iklim değişikliği etkilerinin de canlı tanığı oluyordum Uludağ’da. Mesela, 1999 baharında 700 omca üzümü toprağa diktik. Arazimde hiç su kaynağım ve bu üzümleri sulama imkanım yoktu; ama neredeyse hepsi tuttu, çünkü o zamanlar Temmuz ve Ağustos aylarında bile yağmur yağıyordu. 2022’den örnek vereyim: Haziran ortasında yağışlar kesildi, toprak kurumaya başladı. Temmuz’da arada azıcık yağış aldık ama toprağın bir iki santim derinine bile inmedi bu yağışlar ve bir iki gün içinde toprak yine kupkuru kaldı. Gerçi artık Belentepe Çiftliği bu kuraklara karşı oldukça dirençli – üç göletimiz ve iki yeraltı su depomuz var. Neyse, 24 yıllık Belentepe tarihinde ilk defa sonbahar değil, kışa kadar ve 2023’ün Ocak ayına kadar doğru düzgün yağış almadık. Burası Marmara Bölgesi, ülkenin güney bölgelerini siz düşünün. 

2010 sonbaharında artık canıma tak etmişti. Ya doğada yaşamayı becereceğim, ya da bu hayalden vazgeçeceğim. Doğada yaşam, doğal gıda üretimi konularında eğitim araştırmaya başladım. Özellikle yurt dışındaki eğitimleri araştırıyordum, ülkemde bu alanda pek bir şey bulabileceğimi sanmadığımdan. Yabancı bir sitede bir ilan gördüm: Permakültür Tasarım Sertifika Kursu, Kasım 2010, İstanbul. Üç hafta sonra. İsminden pek bir şey anlamadım ama içeriğine bakınca iş değişti: yaşam alanı tasarımı, toprak canlandırma, erozyonu önleme, toprak üretme, yağmursuyu hasadı, su tutma ve depolama, doğal gıda üretimi, doğal yapılar, temiz enerji, geri dönüşüm, gıda ormanı… Hepsi de tam aradığım konular. Hocaları Avustralya’lı ve bir tanesi yaşlı bir dede. Kursun başladığı sabah farkettim ki hocalar ünlü, çünkü dünyanın her yerinden insanlar bu kurs için İstanbul’a gelmişler, yüz yirminin üzerinde kursiyer var. Meğerse Permakültür’ün isim babası Bill Mollison ve yardımcısı Geoff Lawton hocalarımızmış. Büyük bir şans oldu bu benim için, çünkü Bill Dede - Allah rahmet eylesin - iki yıl sonra vefat etti ve son verdiği birkaç kurstan birine denk geldim. Bu kursla birlikte hayatım değişti. İsterseniz, Kritik Eşik kitabımda daha detaylıca okuyabilirsiniz o süreci, ama kısaca: artık problemleri ve çözümleri anlamıştım. Permakültür etiği, felsefesi tam benim içindi. Ayrıca kendi alanımı istediğim gibi toparlamak için bana harika bir yol haritası veriyordu. 

Permakültür ‘problem çözümdür’ diyor. Ama önce problemi fark etmek, kabullenmek gerek. Problem benim veya ben de problemin bir parçasıyım ama özgün irademle karar verip çözüm olmak üzere adımlar atabilir ve çözüm olabilirim – böyle bir potansiyelim de var. Aslında problem olduğunu görüp fark etmek önemli bir erdemdir ama bizim ülkemizde birçok şeyde olduğu gibi, bu da ters düzdür.

Arazimdeki temel problemleri gördüm. İşin temeli topraktan başlıyor. Uzun yıllar boyunca ekilip biçilmiş, hor görülmüş ve bereketini yitirdikten sonra kendi haline terkedilmiş bir toprak parçasını almışım. Bu toprak parçasını yine bilgisizce kötü kullanmışım: permakültür öncesine kadar her bahar üzüm ve ağaç araları traktörle sürülüyordu. 2010’dan bu yana toprağım hiç sürülmedi – gerçi bu tam doğru değil, permakültürü tanıdıktan sonra, son bir kez toprak sürüldü ve bu esnada çok önemli bazı çalışmalar yapıldı. Toprağı ve doğayı canlandırmayı merak ediyorsanız, 2020’de basılan ‘Yeni Dünya’ kitabımı okuyabilirsiniz veya bu eğitim portalındaki eğitimleri takip edebilirsiniz. 

Kurs sonrasında önce evimin ufak bahçesinde çeşitli permakültür çalışmaları yaptım. Youtube kanalımda bu çalışmaları anlatıyorum. Ardından Uludağ’daki arazinin permakültür tasarımını gerçekleştirdim. Tabi bu arada çok okudum, araştırdım ve araziye gidip orada yaşamak üzere plan ve hazırlık yaptım. 2011 sonbaharında tamamen Uludağ’a taşındım ve sonraki 9 yıl boyunca vaktimin büyük kısmı arazide geçti. Önce toprak ve yağmur suyu hasadı işlerine odaklandık – odaklandık diyorum çünkü yapacak çok iş vardı ve tek başına mümkün olmayacağı için bir ekip kurdum. Ekibe kardeşim, birkaç uzak akraba ve birkaç Karadenizli usta katıldı. 2013 yılında Belentepe Çiftliği’ni resmi olarak açtık, ziyaretçi ve gönüllü kabul etmeye başladık. Sonraki yıllarda tüm dünyadan yüzlerce gönüllü kişi de geldi gitti ve hep birlikte Belentepe Çiftliği’ni geliştirdik. İnsanlar neyi niçin yaptığımı merak ediyordu ve ben de anlatmaya başladım. Bir süre sonra permakültür eğitimleri vermeye başladım ve çiftliğin yapısını değiştirmek durumunda kaldık, çünkü uzun süreli eğitimlerde insanların konaklamasını düşünmemiz gerekti. Az da olsa, benim gibi düşünen insanlar olduğunu görmek mutlu ediyordu.

 

Doğada yaşarken en büyük öğreticinin doğa olduğunu fark ettim ve çok değerli bilgiler edindim, edinmeye devam ediyorum. Bu eğitim portalında da elimden geldiğince bu bilgileri sizlerle paylaşıyorum.

Hayatım boyunca bilginin en değerli hazine olduğuna inandım. Çok insan kendi edindiği bilgiyi saklamak ister ama ben şimdi bilgilerimi sizlere karşılıksız açıyorum. Umarım en azından bir kısmınız değerini fark edebilir ve kendi hayatında faydalı işlerde kullanabilir.

Doğanın en büyük öğretisinin ‘çeşitlilik, çoklu faydalı bağlantılar ve bu sayede oluşan direnç’ olduğunu söylerim. Mesela bir orman ekosistemindeki canlı türleri arasında inanılmaz bir çeşitlilik vardır, özellikle toprak içinde, hem de tüm canlı türleri birbirleriyle çoklu faydalı ilişkiler kurarlar; birinin atığı diğerinin gıdasıdır – besin döngüsü kurulur – doğada atık yoktur. Böylece tüm canlılar hep birlikte, herkes için bolluk, bereket ve direnç içeren bir yaşam ortamını hep birlikte kurmuş olurlar. ‘Direnç’ en önemli kelimedir. Direnç bir karmaşık sistemin iç veya dış zorlamalara karşı kendi yapısını koruma, sürdürebilme kapasitesidir. Dirençli bir orman ekosistemi binlerce, hatta yüzbinlerce yıl var olabilir.

Biz insanlık olarak ne yapıyoruz? Ayrışma, didişme, ötekileştirme, bencillik, nefret, savaş, yıkım… Oysa hepimizin yaşam kaynağı olan doğayı anlayabilsek, çözüm orada.

Belentepe tecrübesi bana ayrıca örnek oluşturmanın önemini gösterdi. Belentepe öncesinde arkadaşlarım bana ‘the complainer’ derlerdi – yakınan adam. Her şeyin ne kadar yanlış gittiğinden yakınırdım sürekli. Belentepe’de kendi huzurumu, hayat amacımı buldum ve oluşturduğum örnekle insanlara dokunduğumu gördüm. Çiftliğe gelenler oradaki hayatı yaşadıklarında böyle bir hayatın mümkün olduğunu, evet para gerektirdiğini, ama yine de şehirlerde iyi bir semtte bir daireye verilecek paradan çok daha azına da böyle bir alanın hayata geçirebileceğini görüyorlardı. Belentepe’de benim yaşam kalitem keşke herkese nasip olabilse, çünkü hepimiz kısacık ömürler yaşıyoruz ve deprem afetinin gösterdiği üzere bir anda her şey bitiyor. Herkesin bu ömürde keyif, huzur, kaliteli bir yaşam hakkı olmalı. Bu arada Belentepe’deki yapıların hepsi tek katlı, kaya zemin üzerinde ve sağlam. Büyük bir depremde hasar görmezler demiyorum ama yıkılan olmayacak inşallah. Zaten binaların taşıyıcı sistemlerini tasarlayan her inşaat mühendisinin görevi, depremde yıkılmayacak binalar tasarlamaktır. 

Şimdi biraz da karmaşık adaptif sistemlerden, yaşam döngülerinden bahsedip, ülkemizin yaşam döngüsü ile bağlamaya çalışacağım. Asıl burada çıkarılması gereken çok dersler var ve eğer şimdi, şu anda buradan dersler çıkarabilirsek az da olsa hala toparlama ümidimiz var; ama eğer bu dersler çıkmaz ve böyle gelmiş böyle giderse – ama böyle gitmeyecek. Bugünleri arayacağımız çok daha zor zamanlar ardı arkasına gelecek ve belki de son şans kaçmış olacak. Bu nedenle lütfen ama lütfen şimdi söyleyeceklerimi anlamaya çalışın.

Bu dünya üzerinde ilk canlı türü olan bakteri ilk karmaşık adaptif sistemdir. İnsan beyni, insanın kendisi, bir orman, bir çiftlik, bir şehir ve bir ülke de karmaşık adaptif sistemdir. Dünyanın kendisi de bir bütün olarak karmaşık adaptif sistemdir. Dünya üzerinde farklı ölçeklerde işleyiş göstermekte olan ve birbirleriyle sürekli etkileşim ve değişim halinde türlü karmaşık adaptif sistemler hep birlikte var olmaktadır ve dünya sistemi bütününün parçalarıdır. Permakültür bütüncül bir tasarımdır ve permakültürcüler her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu görürler, bilirler. Bu bütünsellik içinde bir canlı türü üstel artışlı davranışa geçip bunu sürdürdüğünde, kademe kademe tüm sistem bundan etkilenmeye başlar, dengeler döngüler bozulur, sistem dağılmaya başlar, önce yerelde rejim kaymaları yaşanmaya başlanır, sonra tüm sistemde rejim kayması olur ve tamamen farklı bir dünya ve ortama dönüşür – bu durumda genelde bir önceki sistemdeki canlı türlerinin büyük kısmı da yok olur. Dünya tarihinde canlı türlerinin % 90’ından fazlasının yok olduğu çöküşler bulunmaktadır. Zaten insanlar tarihteki örüntülerden ders çıkarmayı bilse, bugünkü sorunların çoğunu yaşamazdık. 

Bir kısım insanoğlu Dünya üzerinde kendi kurduğu sistem ile dünyaya hakim olduğunu düşünüyor olabilir – büyük hata. Böyle düşünenlere söyleyeceğim şudur: doğa ana sizlerden milyarlarca yıl önce vardı, siz yok olduktan sonra da var olmaya devam edecek. Siz bu kafa yapısıyla ancak kendinizin ve kendinizle birlikte diğer tüm insanların da sonunu getirmek üzere yarışırsınız. İnsanlık ve beraberinde birçok canlı türü yok olduktan sonra dünya yeni bir düzene geçer, hayat farklı şekillerde tekrar tezahür eder. Ama bu arada onca insanlık birikimi de sayenizde çöpe gitmiş olur.

Her karmaşık adaptif sistemin bir yaşam döngüsü vardır, bilim insanları buna adaptif döngü diyor. Yine bir orman ekosistemini örnek alarak adaptif döngüyü anlatmaya çalışayım. 

Düşüncesiz biri sıcak ve kurak bir yaz gününde orman içinden arabasıyla geçerken sigarasını dışarıya söndürmeden attı ve orman yandı, ağaçların çoğu öldü, kurumaya başladı. Önceden ağaç yaprakları yüzünden ormanın toprak yüzeyine pek erişemeyen güneş ışınları ve enerjisi artık bolca toprak yüzeyine düşmektedir. Toprak içinde kendi zamanını beklemekte olan bir sürü tohum vardır. Bu tohumların yeşerme zamanı gelmiştir ve toprak yüzeyinde erken baharla birlikte müthiş bir hareketlilik başlar – bu evreye yeniden yapılanma deniyor.

Tohumlar filiz atıp büyümeye başladıklarında rekabet te başlar. Yaprak açıp, yaprak sayısı ve alanlarını hızlıca büyütüp güneş enerjisini en etkili kullanabilenler kendi yakın çevrelerinde alçakta veya gölgede kalanlar üzerinde hakim olmaya başlarlar. Yeniden oluşmakta olan bu ekosistemde henüz denge ve döngüler kurulmamıştır, kaotik bir dönemdir. Bitkiler bir taraftan güneş enerjisi için rekabet ederken diğer taraftan da birbirleriyle bağlar kurmaya başlarlar. Mesela başlangıçta özellikle baklagil türü bitkilere sıkça rastlanır. Bu bitkiler toprağa azot salarlar. Azot tüm bitkiler için en önemli besindir. Diğer bitkiler baklagil bitkiler sayesinde önemli bir besin kaynağına sahip olurlar ve gelişmeleri hızlanır. 

Orman ekosisteminin yeniden yapılanma evresi kısa süre sonra hızlı büyüme evresine dönüşür. Bu evrede toprak içinde kökleri yerleşmiş ve üst gövdelerindeki taç yaprakları ile de güneş enerjisi hasadını iyice hızlandırmış olan ağaçlar hızla büyümeye başlarlar. Yan yana olan ağaçların taçları birbirlerine yaklaştıkça, bunların altlarında kalan bitkilerin güneş alma imkanları azalır, bazıları ölür, bazıları da alabildikleri az güneş ışını ile hayata tutunmaya çalışırlar. 

Yani hızlı büyüyüp gelişen ağaç türleri artık ormanı oluşturmaya ve o orman içinde kendi alanlarına hakim olmaya başlarlar ve orman yeni bir evreye, ‘koruma’ evresine girer. Koruma evresi çok uzun yıllar boyunca devam edebilir. Bu evrede ayakta kalmış bitkiler arasında faydalı bağlar kurulur. Orman ekosisteminde denge ve döngüler oluşur, içsel işlevler bir düzene oturur ve pek te değişmez. Ama başlangıca göre bitki çeşitliliği de azalmıştır ve artık yeni ağaçlar eklenmez. Ormanın verimliliği artmıştır ve güneş enerjisinin fotosentezi ile ağaç gövde ve köklerinde, toprakta önemli miktarlarda karbon depolanır. Zaman içinde ağaçların büyüme oranı düşer, orman ekosistemi rijitleşir. Mevcut ağaçlara ve işlevlere artan bağımlılık ekosistemi dış zorlamalara karşı daha dirençsiz hale dönüştürür.

Bir sonraki evre, bırakma evresidir. Koruma evresi sürdükçe, bu durumu sonlandırabilecek bir zorlama veya şok gücü de azalır. Ormanın bir bölgesinde veya tamamında sistemin direncini aşan/kıran bir yangın, kuraklık, haşere salgını gibi bir zorlama olduğunda mevcut bağlar ve sistem dağılabilir, çöküş yaşanabilir. Çöküş evresi kaotik bir süreçtir ama yaratıcı bir dönem başlangıcı da olabilir, çünkü çöküşün ardından tekrar yeniden yapılanma evresi ve yeniden ormanlaşma başlayabilir. Ama bereketini yitirmiş ve gittikçe kötüleşen bir duruma da dönüşebilir. Eğer yanmış ormanlık alanı insanlar modern tarımla ekip biçmeye başlarlarsa oradaki toprak zamanla bereketini yitirir ve yeterli mahsul veremeyecek hale geldiğinde terk edebilirler – işte o durumda arazi uzun yıllar çorak kalacak ve erozyonla daha da fazla toprak kaybederek bozkırlaşacaktır – bu duruma rejim kayması deniyor ve o arazi kendi başına eski haline gelemiyor. Belentepe çiftliği civarındaki birçok arazi bu durumdadır.

 

Şimdi adaptif döngü örneğini bir ülke üzerinden vereyim. Seçimle başa gelmiş bir lider ve grubu kendi hakimiyetlerini yavaş yavaş kurarlar. Sadece kendileri gibi düşünen ve kendilerine destek verenlerle ülke kaynaklarının çoğunu paylaşıp, diğerlerine çok az imkan tanırlar. Bu adaptif döngü içinde ‘koruma’ evresine denktir. Kendi hakimiyetlerini sürdürebilmek için her şeye komuta etmek, her şeyi kontrol etmek isterler. Oysa bilmezler ki hiçbir zaman tüm sistem kontrollerinde olamaz – bu,  ‘karmaşık adaptif sistem’lerin en temel gerçeğidir. 

Aslında hiç kimse ilelebet kontrol edemez. Ülke süreçlerinin bir kısmını kontrol ederek kısa süreliğine kendilerine çok büyük faydalar sağlayabilirler ama bunu devam ettiremezler. Tıpkı orman sistemlerinde olduğu gibi ülkenin gücü, direnci azalmaya başlar, baskı rejimi yanında, toplumsal, sosyal, ekonomik zorluklar baş gösterebilir ve ülkeyi oluşturan unsurların bazıları bu duruma tepki vermeye başlarlar ve ‘bırakma’ evresine girilir. İmkanı olanlar başka ülkelere göç eder, ki bunların önemli kısmı da beyin takımıdır – bilim insanları, düşünürler, uzmanlar… Komuta ve kontrol sıkılaştıkça ülkenin direnci daha da azalır, bırakma daha da hızlanır. Çöküş için herhangi ufak bir iç veya dış zorlama yeterli olacaktır. Hele ki böyle bir durumdayken deprem ve benzeri büyük bir afet yaşanırsa, kaçınılmaz çöküşün kıvılcımı da yanar. 

Tıpkı ormanlarda olduğu gibi ülkenin çöküşü de kaotik, zorlu, acılarla dolu bir süreçtir ama devamında ‘yeniden yapılanma’ evresi gelebilir. Yeniden yapılanma evresinde, önceden bastırılmış sesler, düşünceler duyulabilir. Hep birlikte daha iyi bir gelecek için yeni bir tasarım, yeni yapılanma hayata geçirilebilir. Ama çok dikkatli olmak gerekir çünkü ülke ciddi bir rejim kayması yaşayıp çok kötü bir durumda takılı da kalabilir. Komuta kontrolle ülkeyi yönetmekte olanlar bir şekilde hala kontrolü ellerinde tutmaya devam ettilerse, ülkeyi yeniden yapılandırabilecek insanların büyük çoğunluğu bırakıp kaçtıysa ve düzgün insan kalmadıysa, o ülke tıpkı güneyimizdeki ülkelerde görüldüğü üzere kötü bir durumda takılı kalabilir. Tıpkı yeniden ormanlaşamayan ve erozyonla çölleşen arazilerde olduğu gibi.

Bu ülke örneğini Dünya genelinde şu günlerde yaşıyoruz. İnsanoğlu kendini dünyanın hakimi sanıyor ve dünya üzerindeki bir çok sistemi kontrol etmek üzere çabalıyor. “Daha verimli olursak, optimize edersek, teknolojimizi kullanırsak sorunları çözeceğiz” düşüncesi hakim. Oysa kontrol ve optimizasyon çözüm değil, sorunu büyütendir, çünkü: karmaşık adaptif sistemlerde ‘optimal durum’ yoktur. İçinde yaşadığımız dünya sistemi sürekli devinim, değişim halindedir. 

İnsanoğlu Dünya üzerinde üstel artışla çoğalarak, kısıtlı kaynakları yok ederek, doğayı kirleterek ve doğal süreçleri kontrol etmeye çalışarak yangına körükle gitmeye devam ediyor. Öyle ki, bu davranışı daha 8-10 yıl devam ettirirse, sonrasında gidişat tamamen kontrolden çıkacak ve meydana gelecek normal dışı afetler nedeniyle insanlık dahil canlı hayatının belki de yüzde doksanı yok olacak. Feci hallerdeyiz ama bu durumu fark edip, değiştirmek üzere çaba sarf eden sayısı da hala çok az. 

Bazen kader, insanları davranışlarını değiştirmek üzere zorlayabiliyor. Yaşadığımız deprem afeti korkunç acılara ve çöküşe sebep olsa da, devamında bize yeniden yapılanma şansı sundu, bunu doğru değerlendirip hep birlikte ülkemizdeki tüm yaşam için bereketli, dirençli yeni bir tasarımı hayata geçirme fırsatımız var şimdi. Umarım bunu iyi değerlendirebiliriz.

İlk adım öğrenmek, anlamak ve tarihteki örüntülerden dersler çıkarmaktır. 


Kritik Eşik

Doğada bir şeyler değişiyor ve bu değişim doğanın kendi düzeninden kaynaklanmıyor; güneşteki patlamalardan veya güneş ışınlarındaki artıştan da kaynaklanmıyor; Allah’tan hiç
kaynaklanmıyor.

Bu değişimin asıl nedeni ve kaynağı insanların ta kendisi: hızlı nüfus artışı ve hızlı şehirleşme ile doğanın kirletilmesi, doğal ekosistemlerin yok edilmesi; hızla artan insan aktiviteleri ve tüketim ile havaya salınan sera gazları, dünyanın tüm dengelerini ve tüm yaşamı tehdit eden büyük bir değişime neden oluyor ve kritik eşikler aşılıyor.

Kritik eşik, bir tür dönüm noktasıdır. Kritik eşiğin altında gerçekleşen olgu normal düzeylerde, durağan bir halde kalırken, kritik eşiğin üzerinde üstel artışla, çok hızlı değişimler yaşanır. On binlerce yıldır bir dengeye oturmuş olan doğal döngüde artık hemen herkesin fark etmeye başladığı normal dışı olaylar gerçekleşmeye başladı; bu olayların sıklığı, şiddeti ve yıkıcılığı, iklim değişikliğinde de kritik eşiğe çok yaklaştığımızı gösteriyor.

Kritik eşiğin saptanması çok önemli, ama bir o kadar da zordur: Öncesinde de bir “artış” görüldüğü için, insanlar bu artışın kontrol altında tutulabileceğini düşünür; oysa kritik eşik aşıldığında işin içine öngörülemeyen başka faktörlerin de girmesiyle “artış” o kadar hızlanır ki, bir şeyler yapmak için çok geç kalınmış olur...

Yeni Dünya

İçindekiler:

Avustralya'daki yangınlar, Amazon yağmur ormanlarının büyük kısmının çok kısa sürede küle dönmesi, kasırgalar, son olarak da salgın…

Tabiatta her şey birbirine bağlıdır, biz ise mevcut yaşam tarzımız ve alışkanlıklarımızla var olan denge ve döngüleri bozuyoruz, doğa da buna tepki veriyor. Taner Aksel bilimsel veriler eşliğinde içinde bulunduğumuz koşulların genel bir resmini çizip bizi yakın gelecekte bekleyen daha büyük tehlikelere karşı uyarmakla kalmıyor, aynı zamanda bu çıkmazdan kurtulmanın bir yol haritasını da sunuyor.

Üstelik önerilerini kişisel deneyimleri ve kolektif şekilde hayata geçirilen somut örneklerle destekleyerek sadece kırsaldakilere değil, şehirde yaşayanlara da sürdürülebilir bir hayata dönüşün mümkün olduğunu gösteriyor. Çoğu kişinin aksine bu zorlu dönemleri doğayla kopan bağımızı tekrar kurmak için bir fırsat olarak görürken bunu yeni bir yaşam düzenine geçmek üzere değerlendirdiğimiz takdirde insanlığın geleceği için de bir umut penceresinin açılacağını vurguluyor.

Şehirde topluluk bahçelerinden ekoparklara, kırsalda ise ekoçiftlik tasarımlarından ölü toprağı canlandırmaya dek çeşitli uygulamalar ve çözümler sunan bu kitapta aşağıdaki soruların ve çok daha fazlasının yanıtını bulacaksınız:

• Permakültür nedir ve bize ne gibi faydalar sağlar?

• Yeni yaşam alanımız için en uygun araziyi nasıl seçeriz, çoklu işlevli öğeleri en verimli şekilde nasıl bir arada kullanabiliriz?